Petrol fiyatlarında son haftalarda görülen büyük düşüş bana 1980’lerde Suudi Arabistan’daki bir toplantıyı anımsattı. O zaman Suud petrol bakanı ve OPEC’in etkin bir sözcüsü durumunda olan Şeyh Zeki Yamani benim bulunduğum üniversitede bir toplantı yapıyordu. Kendisine sorulan sorulardan biri şöyleydi: “Neden petrol fiyatını daha da yükseltmiyoruz? Nasıl olsa batılılar bize muhtaç. Mecburen alacaklar.” Hatta bu soru milliyetçi Araplar tarafından alkışlarla karşılanmıştı.

Yamani’nin verdiği yanıt şöyleydi ve bir ekonomi dersi de veriyordu: “Petrolün alternatifleri vardır. O alternatifler şimdi petrole göre daha pahalı. Fiyatları yükselttiğmizde o alternatifler devreye girer, petrole talep azalır. Biz öyle bir fiyat politikası uygulamalıyız ki hem petrol satmayı sürdürelim, hem de alternatiflerin gelişmesini önlemiş olalım”.

Petrol fiyatlarının son yıllarda, birkaç ay önce başlayan düşüşten önce, sürekli 80-120 dolar arasında seyretmesi bir takım gelişmelerin hızlanmasına da yol açtı. ABD’de “fracking” denen teknolojinin gelişmesi ile kayaçlardan petrol çıkarılmaya başlanması, ABD’nin petrol ithalatını büyük oranda azalttı. Hatta ABD’yi doğal gaz olarak enerji ihraç eden bir ülke durumuna getirebilir.

Petrol fiyatlarındaki yükseklik, tüm Dünya’da yenilenebilir enerji yatırımlarının hızlanarak artma eğilimine girmesine yol açmıştı. Bir diğer gelişme de nükleer enerjide görülmekteydi.
Petrol fiyatlarındaki büyük düşüşün yenilenebilir enerji yatırımlarını olumsuz etkilemesi söz konusu iken nükleer enerji yatırımlarının fazla etkilenmeyeceği söylenebilir. Chernobyl ve Fukushima kazalarına ve genelde dünya kamuoyunun olumsuz görüşlerine rağmen yeni önerilen ve planlanan nükleer santral sayısında artış var.

Nükleer enerjinin iki türünden biri olan fisyon (diğeri füzyon), daha önce kuramsal olarak bilinse de ilk kez 1938’de bir Avrupa laboratuvarında uranyum çekirdeğinin parçalanmasıyla deneysel olarak gösterilmişti. İkinci Dünya Savaşı arifesindeki bu gelişme, hükümetleri ve bilim adamlarını insanlık için barışçıl yollarla enerji elde etmek yerine, savaşta kullanılabilme araştırmalarına yöneltti.

Savaş sırasında ABD’deki Manhattan projesinde uranyum ve plutonyum kullanılarak atom bombasının yapımı gerçekleşti ve bu bombalar Hiroshima ile Nagazaki’de binlerle kişinin ölümüne yol açtı.

Fakat savaştan sonra fisyon teknolojisi bu kez barışçıl amaçlarla geliştirilmeye başlandı. İlk nükleer güç santralı (NGS) sadece 10 MWe (megavat elektrik) güçle 1954’te Ruslar tarafından Dubna’da üretime alındı. Daha sonra NGS’ler yavaş yavaş Dünya’ya yayıldı. Bugün 30 ülkede nükleer santrallarda elektrik üretimi yapılmakta ve nükleer enerji tüm Dünya elektrik üretiminin %14’ünü karşılamaktadır. Ayrıca Türkiye dahil 56 ülkede de araştırma amaçlı nükleer reaktör bulunmakta, buralarda tıp, malzeme ve diğer bazı konularda üretim ve araştırmalar yapılmaktadır.

Fukushima kazası sonrasında Japonya ve Almanya’da hükümetlerin nükleer karşıtı kararlarına rağmen, nükleer teknolojiye olan ilgi artma yönündedir. Bunun bir nedeni olarak, birkaç ay öncesine kadar petrol ve doğalgaz fiyatlarının gittikçe artacağı beklentisi gösterilebilir. Fiyat artışları son zamanlarda tersine dönmüşse de uzun dönemde beklenti gene artış yönündedir. Bir NGS için karar alındıktan sonra yapımının tamamlanması ve işletmeye açılması için geçen süre 8-10 yıl kadar almaktadır. Halen ortaya çıkmış olan düşük fiyatların bu sürelere uzamayacağı, henüz öngörülemeyen bir süre sonra gene yükseleceği beklentisi, NGS planlamalarını durdurmayacaktır .

Enerji temininde nükleere yönelten önemli bir başka neden fosil yakıtların ortaya çıkardığı sera gazları ve dolayısıyla küresel ısınmaya yol açılmasıdır. BM kaynaklı ve diğer uluslararası uzman raporları, küresel ısınmayı yüzyılın sonunda 2 derecenin altında tutabilmek için atmosfere yapılan sera gazı salınımlarının %70 azaltılması gerektiğini yazmaktadır. Gidişat ise değil azalma, sera gazı salınımlarında artışın sürdüğünü göstermektedir. Yeni tahminlere göre bu gidişle yüzyılın sonunda ortalama sıcaklık artışı 4 dereceyi bulacaktır. Türkiye en çok sera gazı artışı kaydeden birkaç devlet arasındadır.

Tüm fosil yakıtlar sera gazı üretir. Bunların arasında en suçlusu kömürken, petrol ve doğal gaz onu takip eder. Nükleer teknoloji ise hiç sera gazı üretmez. İnsanlığın başına büyük felaketlere yol açabilecek küresel ısınmayı önlemenin, veya önemli ölçüde azaltmanın yolu, sera gazı üretimini tamamen kesemesek de büyük oranda azaltmaktan geçmektedir.

Sera gazlarını azaltmanın en tercih edilecek yolu yenilenebilir enerji kaynaklarını mümkün olduğunca çok harekete geçirmektir. Ancak Güneş ve rüzgar, düzenli ve sürekli enerji sağlamaktan uzak olduğu gibi, makul yatırımlarla gereksinimi bütünüyle karşılayabilmek çok zor görünmektedir. Hele hele petrol fiyatlarındaki düşüşler yenilenebilir enerjiye yatırımları azaltma yönünde etkileyeceği şüphesizdir.

Diğer yanda hidroelektrik ve jeotermal ise sınırlı kapasiteye sahip olup bu kapasite Dünya’nın birçok yerinde, bu arada Türkiye’de de, doyuma doğru yaklaşmaktadır. Ayrıca yenilenebilir enerji kaynakları HES örneklerinde olduğu gibi çevre zararına yol açabilmekte, ve toplumun belirli kesimlerinden haklı itirazlar gelmektedir.

Halen 30 ülkede, 435 nükleer reaktörde, 374.000 MWe (megavat elektrik) güç üretilmektedir. Ocak 2013 itibariyle 65 yeni nükleer reaktör inşa halindedir. Bunlar tamamlandığında 65.000 MWe daha kapasiteye eklenecektir. Halen planlanmış ama inşaatına başlanmamış olan 167 reaktörün kapasitesi ise 184 000 MWe’tir. Bunlara bir de önerilmiş ama yapım kararı henüz kesinleşmemiş olan 317 muhtemel reaktörün 360.000 MWe katkısını ekleyebiliriz. Eğer mevcutlar kapatılmazsa 2030 yılında toplam nükleer kapasitenin 983 000 MWe olması beklenmektedir.

Nükleer enerjinin üretim maliyeti, aynı zamanda fosil yakıtlara göre daha düşük olabilmektedir. Yalnız burada maliyet verisi ile ilgili çok kritik bir ayırım yapmak gerekir. Kendi inşa ettiği nükleer santrallarında üretim yapan ülkelerin bildirdikleri maliyet ile ithal eden ülkelerin ödedikleri maliyet oldukça farklıdır. Kendi teknolojileri ile kendi kurdukları santrallarda elektrik üreten ülkelerin maliyetlerinin kilovat-saat başına 4 $cent kadar olduğu bilinmektedir.

Şu anda nükleer santralı bulunmayan bazı ülkeler gerçekte nükleer enerjiyi ithal yoluyla kullanmaktadır. 2011’de nükleer santralları halk oyuyla reddeden İtalya, nükleer enerji oranının en yüksek olduğu Fransa’dan elektrik ithal etmektedir. Hükumetleri hep nükleer enerjiye karşı çıkmış olan Danimarka da, İtalya gibi elektrik üretiminin %10’unu nükleer santralları bulunan komşularından ithal etmektedir.

Geçmişi sadece 50-60 yıl kadar geriye giden nükleer enerji, ateşin icadına kadar geri giden fosil yakıtlara göre çok genç sayılır. Nükleer teknoloji elbette bazı sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan biri yarı ömrü binlerle yılı bulan radyoaktif atıklardır. Atıklar halen özel paketlenerek yerleşim merkezlerinden uzaklarda derin toprak altı maden alanlarına gömülmektedir. Türkiye’nin de nükleer santrallarında ortaya çıkacak zehirli atıkları kendi topraklarında tutmaması, santral üreticisi olan Rusya’nın veya bir diğer devletin geri almasını sağlaması gerekir.

Dünya kamuoyunun ve toplumun gözündeki diğer büyük sakınca, bir kaza durumunda çevreye yayılacak olan radyoaktif kirlenmenin oluşturduğu ciddi tehdittir. 60 yıllık geçmişinde 450’ye yaklaşan sayısı ile nükleer reaktörlerde şimdiye kadar üç önemli kaza olmuştur.

Bunlardan ilki olan ABD’deki Three Mile Island kazasında soğutma sisteminde meydana gelen kaçak, insan hatasının da eklenmesiyle iki reaktörden birinde kısmi çekirdek erimesine ve reaktör alanına gaz ve sıvı halinde belirlenemeyen miktarda radyoaktif madde saçılmasına neden oldu. Kazada doğrudan ölüm olmadı. Yıllar boyu çevrede izlenen kanser olaylarında da anlamlı bir artış görülmedi. Ancak kaza nükleer risk bilincinin artmasını sağlarken anti nükleer kampı güçlendirdi ve Amerikan nükleer programının aksamasına, yeni santral planlarının iptallerine yol açtı.

Diğer iki kaza, Chernobyl ve Fukushima’daki kazalar ise çok daha ciddi düzeylerde oldu. Çekirdek erimesiyle geniş çevreye radyoaktif maddeler saçıldı, binlerce kilometre karelik bölgede toprak ve sular radyoaktif kirlendi, buralar felaket bölgesi ilan edildi, çok sayıda insan yerinden yurdundan oldu ve sağlıkları ciddi etkilendi. Eski Sovyet teknolojisi ile inşa edilmiş olan Chernobyl, bugün yapılmakta olan reaktörlere göre yeterli güvenlik önlemlerine sahip değildi. İnsan hatası sonucu meydana gelen bu kaza büyük bir felakete yol açmıştı.

Fukushima’da ise güvenlik önlemleri var gibi görünse de bir büyük deprem ile arkasından gelen ve öngörülemeyen büyüklükteki tsunami sonucunda, üç kaynaktan da gelmesi gereken elektrik kesilmiş, soğutma yapılamamış, en az iki reaktörde reaktör kalbi erimesi ve uzun süren sızıntı ile geniş çevre kirlenmesi engellenememişti.

Bu felaketlerden alınan derslerle ve ilgili tüm tarafların işbirliği ile öngörülebilinen her türlü arıza, aksama ve olağandışı durum için, artık sıkı önlemlerin tasarımlara ve planlamalara girmiş olduğu bildirilmektedir. Nükleer güvenlik alanındaki bu çalışmaları uluslararası düzeyde koordine eden bir büyük örgüt vardır. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, IAEA (International Atomic Energy Agency) 2500 kişilik kendi uzmanlarından oluşan geniş kardosuyla hem önlem ve standartların geliştirilmesinde koordinasyon görevi yapmakta, hem de isteyen devletlere güvenlik dahil her türlü nükleer konuda danışmanlık ve destek vermektedir.

Nükleer teknolojide sözü edilen ciddi sakıncalardan kurtulmak için iki ana hatta araştırma ve geliştirme çalışmaları sürdürülmektedir. Sonuç alınması onlarla yıl sürebilecek bu çalışmaların gerçekleşmesiyle, daha güvenli ve daha temiz nükleer enerji elde edilebilmesinin mümkün olması beklenmektedir. Enerji konusundaki asıl sıçrama böyle sağlanabilecektir.

Bu iki nükleer çalışma alanından birisi füzyon teknolojisidir. Füzyon, yakıt temin etme veya kirletme diye bir sorunu bulunmayan insanlığın enerji ihtiyacını binlerle yıl karşılayabilecek potansiyele sahiptir. Ancak yapılan milyarlarla dolarlık yatırımlara rağmen füzyonun bir deneme reaktöründe bile henüz çalışabilirliği gösterilmiş değildir. İyimser görüşlerle bu yüzyılın ortasından itibaren ticari füzyon reaktörlerinin ortaya çıkabileceği tahmin edilmektedir.

Diğer nükleer arge ve çalışma alanı ise, toryuma dayalı nükleer enerji teknolojisinin geliştirilmesidir. Halen nükleer enerji üretiminde kullanılan uranyuma göre toryum çok daha az riskli ve daha az kirleticidir. Ancak teknolojisi henüz geliştirme aşamasındadır ve gene ticari anlamda uygulamaya girmesi belirsiz yılların ötesindedir. Toryumun Türkiye için bir avantajı ülkemizde bol miktarda bulunmasıdır.

Füzyon teknolojisinin geldiği geliştirme aşamasını ve toryumla ilgili bilgileri aşağıdaki kaynaklarda bulabilirsiniz. Bu yeni teknolojiler uzun yıllar sonra yaygın kullanılabilir duruma gelene kadar, yenilenebilir kaynaklardan maksimum düzeyde yararlanabilsek bile, bizi fosil yakıtlardan uzaklaştıracak, düzenli ve istenilen düzeyde enerji sağlayacak tek seçenek şimdilik uranyuma dayalı nükleer teknoloji olarak görünmektedir.

http://www.nuclearpowerdaily.com/reports/Westinghouse_Inks_Multi_Party_Agreement_To_Develop_Nuclear_Power_In_Turkey_999.html
http://www.nuclearpowerdaily.com/reports/Slovakia_Czech_Republic_see_future_perspective_on_nuclear_energy_999.html
http://www.nuclearpowerdaily.com/reports/Britain_signs_deal_for_nuclear_plant_project_999.html
http://www.nuclearpowerdaily.com/reports/Australia_opens_door_to_nuclear_energy_999.html